Bizans'tan günümüze bir iz: Tekfur Sarayı
Bizans’tan günümüze ulaşmış sayılı yapılardan biri olan Tekfur Sarayı, bilinmezleri, tarih sayfalarına gizlenmiş yaşamları ve hâlâ konuşulan mimarisiyle bir sır perdesi olarak Edirnekapı’dan günümüze uzanıyor…
Üzerinde yüzyılların ağırlığıyla Balat’ta, Teodosios Surları arasında uzanan Tekfur Sarayı, günümüze ulaşan dört duvarıyla Pera’dan Yedikule’ye, Prens Adaları’ndan Kadıköy’e yayılan geniş bir coğrafyayı seyrediyor.
Günümüze ulaşan ilk dönem Bizans eserlerinden birisi olan –diğeri ise Bukoleon Sarayı’dır– Blahernai Saray Kompleksi’nin bir parçası olan Tekfur Sarayı’nın kim tarafından yapıldığı ve isminin ne olduğu, üzerinde herhangi bir kitabeye rastlanmadığı için bilinmiyor.
‘Tekfur’ ismi ise Osmanlılar'dan geliyor. Bizans İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla birlikte anlamını kaybetse de Bizans’ın vali düzeyinde olan yöneticileri Osmanlılar tarafından ‘tekfur’ olarak adlandırılıyor. İsmi gibi içindeki yaşamların da tarihe gömüldüğü bu yapı, tekfurların ikamet etmesi nedeniyle Tekfur Sarayı olarak anılıyor.
Tekfur’da yaşam…
Bizans’ın ilk sivil mimari tarzını yansıtması açısından dünya sanat tarihi açısından da büyük önem taşıyan Tekfur Sarayı, 11. yüzyıldan itibaren Bizans imparatorlarının Sultanahmet’teki sarayı terk edip yerleştikleri Blahernai Saray Kompleksi’nin bir parçası. Aynı Osmanlı saraylarında olduğu gibi, örneğin Topkapı Sarayı, Bizans sarayları da birçok köşkten oluşuyordu.
Tekfur Sarayı da Blahernai Saray Kompleksi içinde yer alan köşklerden sadece bir tanesiydi. Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı Koordinatörü Sanat Tarihçisi Hayri Fehmi Yılmaz’dan aldığımız bilgilere göre, üç katlı olarak inşa edilen sarayın orta katı saray sakinlerine ayrılmıştı. Bu katın şehre açılan çok güzel bir manzarası bulunuyordu. Alt ve üst katlar ise servis için kullanılıyordu.
Tek kişilik dua odası
14. yüzyılda restore edilen sarayın cephesi küçük bir avluya açılıyor. İki yapılı olarak inşa edilen Tekfur Sarayı’nın avlusunda bir köşk daha bulunuyor. Ayrıca yapının şehre bakan cephesinde de bir şapel bulunuyor. ‘Tek kişilik dua odası’ olarak adlandırabileceğimiz bu şapel, kısmen çökmüş olsa da günümüze kadar gelebilmiş. İçinde, bir kilisede bulunan her türlü dini motifi ve unsuru barındıran bu şapeli Hayri Fehmi Yılmaz, ‘tek kişilik ibadet hücresi’ olarak tanımlıyor.
100–180 bin metrekare bir alana yayılan Blahernai Saray Kompleksi için “Çok büyük bir saray hayal etmek gerekiyor” diyen Yılmaz, bu saray kompleksinin geniş bahçeler, teraslar, kiliseler ve köşklerden oluştuğunu belirtiyor.
Stratejik olarak ilginç bir konuma sahip saray, bir yüzüyle şehre bakıyor, diğer yüzüyle ise şehir dışına. Yani gerektiği zaman şehir içine, gerektiğinde de şehir dışına kaçabilme fırsatı veriyor. Zaten Bizans krallarının da Blahernai Sarayı’nı bu nedenle tercih ettikleri düşünülüyor.
Tekfur çinileri
18. yüzyılda çini atölyesi olarak kullanılan Tekfur Sarayı’nda yapılan çiniler bugün hâlâ birçok camiyi süslüyor. Tekfur çinileri olarak adlandırılan eserler, İznik’ten getirilen ustalar tarafından yapılıyordu. İstanbul’un fethinden sonra, İznikli ustaları sayesinde, kısa bir süre de olsa tekrar popülerleşen saray, daha sonra camhane, ardından 19. yüzyılda Yahudiler'in ikamet ettiği barınak olarak kullanılmış ve 1865 yılında çıkan yangınla beraber ara katları çökerek kullanılmaz hale gelmişti.
Tekfur Sarayı’nın zamanındaki ihtişamını anlamak için çinileri dışında sarayın ön cephesini süsleyen süs çömleklerinden bahsetmek de mümkün. Kırmızı tuğla ve beyaz taş kullanılarak yapılan bu çömlekler, iki farklı malzemenin bir arada kullanıldığı en güzel örneklerden. Daha çok Bulgaristan’da, Balkan Yarımadası’nda görülen bu süsleme sanatı Türkiye’de sadece Tekfur Sarayı ve Saint Benoit Fransız Lisesi’nin çan kulesinde görülüyor.
Şu anda bir harabe görünümünde olan Tekfur Sarayı’nın ihtişamlı günlerini düşlemek çok zor değil aslında. Daha sonraları Osmanlı mimarisinde de göreceğimiz, cephelerde bulunan, konsollara oturan çıkmalar hemen göze çarpıyor. Başka hiçbir örneği bulunmayan yapı, bugün zamana adeta meydan okuyor.
Behice Özden
Kaynak: In İstanbul 6. sayı
- Görüntüleme: 19465