• Anasayfa
  • Haberler
    • yedikulehaberler/aktiviteler
    • fatihhaberler/aktiviteler
    • istanbulhaberler/aktiviteler
  • Yedikule
    • Yedikule Tarihi
    • Yedikule Tanıtım
    • Yedikule Spor Kulübü
    • Yedikule Video
  • Fatih
    • Fatih tarihi bilgiler
    • Fatih rehberi
  • İstanbul
    • İstanbul Tarihi
    • İstanbul hakkında
    • İstanbul gezi rehberi
  • İletişim

Nostaljinin penceresinden Yedikule

Kategori: Yedikule Tarihi 07 Nisan 2018 tarihinde yayınlandı. Emre Özcan tarafından yazıldı. Gösterim: 7042
  • Yazdır
  • e-Posta
Twitter
Share on Tumblr

Rus malı Mundlos dikiş makinesinin kolunu çeviren eli belli belirsiz titriyor. Bütün telaşı, belki de altı ay aradan sonra aldığı siparişi zamanında yetiştirememe korkusundan. Yelek cebine iki kat dikiş geçtikten sonra işini bırakıp camdan dışarıyı seyretmeye dalıyor...

Kastamonu'nun Taşköprü kazasından İstanbul'a göç ettiklerinde on yaşına yeni basmıştı. Küheylan Sokak'ta iki göz odaydı ilk oturduklan ev. Terzi Yorgo Karoloza'nın dili, memleketinde Terzi Eşrefin yanında sürfile çekmenin ötesine geçmeyi başaramamış bu çırak adayına "hayır" demeye el vermemişti. O zamanlar Singer dikiş makinesi revaçtaydı. Yüce'yi makinenin başına oturtmuş, gözlerini pedalı çeviren ayaklarına dikmişti.

Düşüncelerinden kurtulup yeniden işinin başına dönmek istedi İsmail Yüce. Başaramadı. Neredeyse Yedikule'deki ilk günlerinden bu yana tanıdığı Şerafettin Koşucu'nun dükkâna doğru geldiğini gördü. Hacımanav Sokak, 97 numarada doğan, altmış sekiz yıldır da bu sokaktan ayrılmayan Koşucu, 1. Ordu Ağır Bakım Fabrikası'ndan emekliydi. Şimdi de üç yıl önce birlikte kurdukları Yedikuleliler Sosyal Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği'nin başkanlığını yürütüyor.

Yan yana oturup birlikte izlemeye daldılar... Sokağı ve geçmişlerini. Yüce, karşı sıradaki binaları gösterip tek tek sıralamaya başladı; şurası Bakkal Zoto'nun yeri, onun yanında Berber Dimitro. İşte şu da Pastacı Pavli'nin dükkânı. O zamanlar neredeyse tüm evlerin bahçeleri vardı; mimozalar, hanımelleri, sümbüller... Yaz akşamları kadınlar evlerinin önüne birer kilim atıp bir sohbete dalarlardı ki kahkahaları, o zamanlar Halkevi olarak kullanılan, şimdinin Uşşaki Camiisi'nde prova yapan tiyatrocuların kulaklarında çınlardı.

Türk yoktu ki!
Yüce, altı buçuk yıl süren çıraklık ve kalfalık döneminden sonra kendi dükkânını açtığında ilk müşterisi olan Şekerci Vasil'ı anımsatıyor Koşucu'ya. Gülüyor Koşucu, "O zamanlar Türk yoktu ki buralarda. Rumları döve döve zorla müşteri yapıyordunuz." Pantolon, ceket ve yelekten oluşan takım elbiseye karşılık sadece dikiş parası olarak seksen beş lira almıştı da Şekerci Vasil'den, nereye harcayacağını bilememişti. Sahi, o askerdeyken Adviye havale gibi bir şey geçirmemişmiydi? Günler boyu başucundan ayrılmamıştı bitişik evde oturan Madam Kalyobin. Yahudi arkadaşı Gömlekçi Ceko’da iki günde bir uğrayıp evde eksik ne bulduysa, Adviye'nin itirazlarına aldırmaksızın kapının önüne bırakmıştı.

Kazlıçeşme'de deri işçisi İhsan'ın oğlu Şerafettin Koşucu Pertevniyal Lisesi'ni bitirince olay olmuştu Yedikule'de. Yoksulluk yıllarıydı çünkü. Yedikuleliler ya deri atölyelerinde, ya Mensucat Santral'da ya da o zamanlar Şark Şimendiferleri Cemiyeti Merkezi Umumiyesi diye bilinen Devlet Demiryolları'nda işçiydi. Çaylak Şeref lakabıyla Yedikulespor'da oynaması yetmiyormuş gibi, bir de orkestra kurmuştu kendisine Koşucu. Akordeon, piyano, tenor saksofon çalıyor, akşamları Aksaray'da Bulvar Saray, Fatih'te Çakır Saray düğün salonlarında, birde Liman Lokantası'nda konserler veriyordu.

O Arapkuyusu sahası yok mu? İstanbulspor'a oradan ne futbolcular yetiştirmişlerdi; Metin Kıray, Adnan Kocaer, Güngör Okay, Erdoğan Ertek, Melih Üstekin...

Yoksulluk yıllarıydı ya yine de her şeyin en iyisini yerlerdi. O zamanlar her taraf bostan. Meyve hırsızlıgı da bostancıbaşının göz yummasıyla bir çocuk oyununa dönüşürdü. Sahil yolu da henüz yapılmamış, denizi izleyen patika boyunca kurumaya bırakılmış çirozlar arasına sıkıştırılırdı bütün oyunlar. Palamuttan dönen balıkçılar onları görünce sahile biraz daha yanaşır, kasalar dolusu balığı sahile fırlatırlardı. Kabzımallar da Tekirdağ dönüşü karpuzlarını sessiz sedasız kıyıya bırakır, öyle geçip giderlerdi.

Ramazanlar ve cenazeler
Müslümanlar azınlıktaydı ama hiç hissetmemişlerdi bunu. Bir evden cenaze çıktımı, üç gün cenaze evinde yemek pişirtmezdi Rum, Ermeni ve Yahudi komşuları. Ramazan oldu mu, çocuklarının ellerinde ekmek sokağa çıkmalarına izin yoktu. Belki kokusu yayılır da içleri çeker diye yemekler bile kapalı camlar ve kapılar ardında hazırlanırdı. Kadınları sabah altıda kalkar, kapılarının önünü temizler, yıkarlardı. öyle ki yedi vardiyasına yetişmeye çalışan işçiler, sigaralarını yaktıkları kibritleri bu temiz sokaklara atmaya utanır da ceplerine sokuştururlardı. Pilakinin, balıkla yapılan her türlü yiyeceğin pişirilmesinde de onların üzerine yoktu. Yüce'nin karısı Adviye bir türlü balık temizlemesini öğrenememiş, eve her balık gelişinde komşulardan yardım istenmişti. Bir gün de Vitali, Koşucu'ya salyangoz yedirmişti. Eve gelip de annesine "Amma tatlı şeymiş o salyangoz" dediğinde ise soluğu sokakta almıştı.

ve 6-7 Eylül
Sonra o malûm gün, 6-7 Eylül gelmişti. Şimdi bile içlerini sızlatan o iki günün yaşamları boyunca içlerini sızlatacağının farkında değillerdi henüz. Ellerinde tahtalar, palalarla Yedikule'ye giren kalabalık bir grup önce Belgrad Kilisesi'ne, oradan da Aya Konstantin Kilisesi'ne yönelmişler, her şeyi yakıp yıkmışlardı. Sıra evlere geldiğinde, çoğu, Müslüman komşularının yanına sığınıp canını kurtarmıştı, ama radyolar, buzdolapları camlardan uçuşmuştu. Ortalık sakinleşince de Rumlar Yunanistan'a, Yahudiler de Israil'e gitmek üzere eşyalarını toplamaya başlamıştı. "Durun, gitmeyin" demeleri, onların yüreğine yerleşen korkuya takılıp kalmıştı.

Tunca Sineması'nda beş kuruşa dört film izlemeler, ellerinde fenerler Samatya'ya karnaval izlemeye, bostanlar arasındaki boş arazideki cambazhaneye, Karagöz-Hacivat seyretmeye gitmeler çok gerilerdeydi artık. Koliva günlerinde Rum kadınların önüne geçip ellerindeki helvayı daha kiliseye gitmeden bitirmeler, ağız kenarından yağ sızdıran çift göbek marulların tadı çok eskilerdeydi artık. Veliefendi'de, Çırpıcı Çayırı'nda, İspitalya bahçesinde piknikler de öyle. Koço'nun ve Sesikısık'ın meyhaneleri kapanalı beri de laterna sesi duymaz olmuşlardı. Şimdi Sivaslılar, Malatyalılar, Urfalılar'ın sözü geçiyordu Yedikule'de.

Elli bini aşkın nüfusta, taş çatlasa bin beş yüzü geçmezdi doğma büyüme Yedikuleliler'in sayısı. Bir de Süleyman Kızıltay'ın Safa Lokantası kalmıştı eskilerden. Arnavut kaldırımının yerini asfalt, bahçeli evlerin yerini üst üste yığılmış betonlar almıştı. Konuşmaktan yorgun düştüklerinde Koşucu, ceketini alıp, "Eve gitme zamanıdır" dedi. Sokağa bir kez daha çocukluk gözleriyle bakıp vedalaştı Yüce'yle. Konfeksiyon çıktı çıkalı anlaşmalı bir sessizliği yaşadığı makinesinin başına geçen Yüce ise, yeleğin ilik dikişlerini yokladı. Bir kez daha kaç yıldır yokluğuna alışamadığı Adviye'yi düşündü. Güneş zindanların arkasına düşene dek de başını kaldırmadı işinden...

24.04.1994 tarihli Cumhuriyet Dergi eki’nden alınmıştır.
Röportaj : Berat Günçıkan

  • Sonraki
  • Parolanızı mı unuttunuz?
  • Kullanıcı adınızı mı unuttunuz?

56 ziyaretçi ve 0 üye çevrimiçi

Son Yazılar

  • Yedikule SK Futbol Akademisi Çalışmalara Başladı
  • Yedikule Spor Hazırlıklara Başladı
  • Yedikule Spor : Kazım Korur'la devam
  • Yedikule Spor yeni yönetimini seçti
  • Fatih'in yeni Belediye Başkanı, Hasan Suver

Popüler Yazılar

  • Fatih Belediyesi - Yedikule Hayvan Barınağı
  • Fatih Rehberi
  • Yedikule Zindanları
  • Türkiyenin En eski Özel Hastanesi
  • İstanbul'un Fethi

Yedikule Video

  • 29 Ekim Cumhuriyet Kutlamamız
  • Bir zamanlar Yedikule
  • Eski Dostlar
  • İstanbul'un Mahalleleri - Yedikule
  • Özleyenlere.. Yedikule
Copyright © 2007-2021 Her Hakkı Saklıdır. yedikule.org | 7kule.org

İnternet sitesi içeriği Emre Özcan tarafından hazırlanmaktadır.
Yedikule Tarihi